Hürrem | Konular | Kitaplar

Osmanlı’ya Çarpık Bakışı Düzeltmeliyiz

Siz tarihimizi ele almada nasıl bir yol öneriyorsunuz? Osmanlı tarihinde yolculuğa çıkarken Oryantalist söylemin çarpık bakışını görerek bunlar ne söylerse yanlış söyler düşüncesiyle mi hareket ettiniz, yoksa gözünüze çarpan tarihî gizlenmişliklerden bütüne giderek bu işte bir acayiplik var diyerek mi yola koyuldunuz?
Tarih, sürekli antrenman gerektiren bir alan. Antrenmanı bırakan futbolcu nasıl hamlarsa, tarih üzerinde yeni imkânları aramayı bırakan tarihçi de aynı şekilde bu yarışta ‘dökülür’. Osmanlı tarihçileri de bu “son keşfedilen kıta” üzerinde çalışırken dünyadaki meslektaşlarının neler yaptıklarını da incelemelidirler mutlaka. Çağdaş tarihçiliğin gittiği istikametleri, açtığı yeni yolları ve yöntemleri de fark etmeye çalışmalı ve kendi konularına uygulama yordamlarını geliştirmelidirler. Mesela artık Fernand Braudel’den sonra sadece Rankeci tarihe saplanıp kalarak sahil-i selamete çıkamazsınız. Satıhtaki dalgaları ve köpükleri sayan bir tarihçi, tarihin dip dalgalarını göremez. Dip dalgalarını göremeyen tarihçi de sürekli dalgaları sayan ama sayısını şaşırıp sayıma hep yeniden başlayan, fıkradaki Temel’in oğluna benzer.
Ancak burada şöyle bir tespitte bulunmanın yeridir. Günümüzde Batı’da, özellikle de Amerika’da bazı Osmanlı tarihçileri var ki, bizim Türk tarihçilerinden daha fazla savunmaktalar Osmanlıyı. Neden? Çünkü adam bizim geçirdiğimiz ve yukarıda anlattığım ‘unutma’ ve ‘inkâr’ süreçlerinden geçmemiş ki! O ideolojik baltaların uçuştuğu bir savaş meydanına girer gibi girmiyor Osmanlı tarihine. Ne diye giriyor? Anlamak için. Öğrenmek için. Tarih alanında orijinal ve yeni bir tez geliştirmek için. Şimdi bu amaçlarla giren birisinin kalkıp da Kapitülasyonlara veryansın etmesi için bir sebep yok. Adam bakıyor, Bizans’ta var, Venedik’te var, Ceneviz’de var bu kapitülasyon denilen uygulama. Hatta Emevi ve Abbasilerde de var. Selçuklularda ve Anadolu Beyliklerinde de var. Nitekim Osmanlı’da var olduğunu görüyor. Eğer bu tarihî devamlılık çizgisinden bakılırsa Kanuni’nin Fransa’ya verdiği söylenen –ama oldukça tartışmalı olan- 1535 kapitülasyonlarının, Ortaçağ ve erken modern dönem Avrasya tarihinin ortak bir olgusu olduğu görülüyor ve onun ekonomik bir enstrüman olarak değerlendirilmesi safhasına geçiliyor. Yani hangi kapitülasyon antlaşması daha avantajlıydı, hangisi değildi gibi… İşte küfretmektense anlamaya çalışan insana da incelediği olay, perdelerini birer birer açmaya başlıyor. Halil İnalcık ve Şevket Pamuk gibi birkaç ciddi araştırmacımız haricinde kapitülasyonlara hâlâ 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başının İttihatçı gözlükleriyle bakanların içinden çıkamadıkları bu nokta, eğer bir savaş baltası olarak değil de bir “mesele” olarak ele alınsaydı, suçlamaktansa anlamaya gayret gösterilseydi, elimizde ciddi etüdler, tezler, monografiler olurdu. Ama bugün kapitülasyonlar diye kütüphanelerde araştırma yaptığınızda ya Osman Nebioğlu’nun amatör çalışmasına ya da Reşat Ekrem Koçu’nun neresi abartı, neresi ciddi bilmediğiniz derlemesinden başka bir kitaba rastlamıyorsunuz. Eğer konu bu kadar hayatî idiyse, çıka çıka bunun mu çıkması gerekirdi Allah aşkına?
Oryantalizmin bizi içerisine düşürdüğü yaman tuzağın ne olduğunu iyi görmek gerekiyor. Oryantalizm, sadece Batılıların bizim hakkımızda araştırma yapması değildir. Kötülüğü de buradan gelmez. Hakikaten iyi çalışmalar da yapılmıştır. Bir Concordance’ı ihmal edebilir misiniz sırf Batılılar yaptı diye? Asıl mesele başka: Oryantalizmin bize empoze ettiği ‘örtük ideoloji’dir tehlikeli olan. Bunu Bernard Lewis’de en açık bir şekilde görüyorsunuz. Ne diyor adam? Karlofça’da Osmanlı bitti. “Uğursuz” (fateful) antlaşma diyor Karlofça için. Neden? Çünkü Osmanlı tarafı ezilmiş, büzülmüş ve Batı karşısında teslim olmuştur da ondan. Ne zamandan beri peki? Kanuni’nin ölümünden itibaren. Güzel. O zaman sayın lütfen, 1566’dan 1923’e kaç yıl geçti diye? 350 küsur yıl. Bu devletin ömrü 624 yıl sürdüğüne göre, nasıl oluyor da bir devletin yarı ömründen fazlası duraklama, gerileme ve çöküşle geçiyor ve biz ona hâlâ devlet, onun şemsiyesi altında yaşayan topluma da toplum diyebiliyoruz? İşte Oryantalizmin gizli (örtük) varsayımı buradan bir virüs gibi giriyor beynimize. Biz asırlardır gerileyen, duraklayan, çöken bir toplumuz. Yani? Biz iflah olmayız! İşte Oryantalizmin bize söyletmek istediği de bu. Bütün bir muhteşem 17. yüzyıl, musıkimizin şehrâyinleriyle doldurduğu bir 18. yüzyıl ve emperyalistler karşısındaki inanılmaz direnişiyle 16. yüzyıldan aşağı kalmayan bir 19. yüzyıl çöp tenekesini boyluyor; bugünümüzü hazırlayan ve bugünümüzün kördüğümlerinin çözülmeyi beklediği bu yakın yüzyıllar karanlığa terk edilince, başlıyor dramımız. Yüzümüz tanınmaz hale geliyor. Bir uçta Altın Çağ; Fatih ve Kanuni, öbür uçta ise bir başka Altın Çağ: Cumhuriyet. İkisinin arası, tam bir karanlık.
Böyle bir tarihin içinden ciddi bir kimlik, yüzüne bakılabilir bir kişilik, anlaşılır bir yüz çıkabilir mi? İşte bunun için diyorum ki, ders kitaplarımızdan şu –asıl- uğursuz dönemlendirme tablosunu çıkarmak gerekiyor. Yani Kanuni’den bu yana gerilediğimiz, çöktüğümüz, battığımız bittiğimiz masalını yırtıp atmak ve bu karanlıkta bırakılmış yüzümüze yöneltmek gerekiyor projektörlerimizi. Asıl yapmamız gereken şey bu. Çarpık bakışların zehirlediği bu tarihe panzehirler sunmaya, ağulanmış beyinleri sağaltmaya çalışıyorum ben yapabildiğim ölçüde. Oryantalizmin, hatta emperyalizmin kendi kendimizi tanımamamız, çarpık aynalarda seyretmemiz için karşımıza diktiği bu heyulaları kovmak ve tarihimizi evine çağırmak için çırpınıyorum.
O kadar fazla çarpık bakış var ki ortada. Maalesef buna sağcı ve inanmış aydın da alet olmakta. Mesela Çetin Altan’ın yeniçeri düşmanlığını anlayabilirsiniz ama aynı düşmanlığı Yılmaz Öztuna’da da gördüğünüzde kafanız karışıyor. ‘Neden bu kadar farklı kamplardaki insanlar aynı yeniçeriye böylesine yükleniyor?’ diye bir soru takılıyor kafanıza. Vur abalıya! Bunu gördüğüm yerde duyargalarım harekete geçer benim. Tersi geçerli olamaz mı acaba? Bir de bu açıdan bakılamaz mı? Tıpkı Osman Gazi’nin iki ordu savaşırken, kim olduklarını bilmese bile yenilmekte olanın yardımına koşması örneğinde gördüğümüz gibi, ben de bu kadar yüklenilen ve ezilen bir kesimin hakkını savunmak için soyunuyorum onların avukatlığına. Sessizliğe bürünmüş olanın sesi olmaya çalışıyorum. Tarihin içindeki bastırılmış sesleri duymaya ve onları yeniden dillendirmeye çalışıyorum. Ve bulduklarım beni şaşırtıyor cidden. Silistre’yi Ruslara karşı imanla savunan bir şehit yeniçerinin koynundan çıkan terden gömgök ıslanmış En’am cüzü gülümsüyor ıslanan gözlerime; ışıktan bir mızrak olup batıyor sonra. Tarihin katları yavaş yavaş açılıyor önümde. Bir kilim gibi. Yürüyorum üzerinde, hayretle. Şaşkınlıkla. Boynuma sarılmaya çalışanlar da çıkmıyor değil. Bir kere Silistre’ye gitmiş kul değilim ama aynı kaleyi 25 yıl arayla iki defa kahramanca savunmuş olan Sert Mahmud Paşa’yı da, Mareşal Musa Hulusi Paşa’yı da bu yolculukta tanıyıp onların büyüklükleri karşısında ister istemez ezildim. Ufaldım. Onlar gibi olmayı arzuladım koynuma bir En’am cüzü koyarak. Çıktığım sefer, onların ayak izini bulma seferiydi. Bu seferlerimden ganimet olarak getirdiklerimi saçıyorum okurlarımın sofrasına.